Çocukluk Travmanız Hastalık Sebebiniz Olabilir

Anne ve babamın sağlık problemleri baş göstermeye başladığında henüz çocuktum. Tatil olarak kaplıcaya gitmek o yaşlarda pek de keyifli değildi. Yıllar geçtikçe bizimkilerin sağlık problemleri arttı. Üniversitedeyken herkesin staj yapmak için sıraya girdiği bir kurum tarafından yaz stajı için seçildim ama bu fırsatı kullanmak nasip olmadı. O yaz staj yapmak yerine, Hacettepe Acil’de günlerce annemin başında geçti. Çok uzun süren araştırmalardan sonra SLE (Sistematik Lupus Eritematozus) teşhisi kondu. Yıllar boyunca tahliller, kontroller için Ankara’ya taşındık durduk. 

Evlenmeden hemen önce babam bypass ameliyatı oldu. Sonrasında hafıza problemleri başladı. Ailemin, babamın Alzheimer olabileceğini  kabullenmesi iki seneyi buldu. Teşhisten sonra, sosyal hayattan kopmadığı için çok yavaş ilerledi hastalığı. İlk çocuğum iki yaşındayken babam düşerek beyin kanaması geçirdi. Uzun uğraşlar sonucu, ablamın gayretiyle, doktorların beklentilerinin tersine hayata tutundu. İkinci doğumumdan hemen sonra neredeyse iki buçuk yıl sürecek komaya girdi.

Babamın sağlığının bozulmaya başladığı dönemde, annemin SLE’si bilinmeyen bir sebeple ya uykuya yattı ya kayboldu. Ardından yüksek tansiyon, beyin damarlarında tıkanma… Nihayetinde inme geçirdi annem. Kısaca çocukluğumdan beri hastalıklarla iç içe büyüdüm.

Bir kaç gün önce yeni açılan Woman TV kanalında, fizik tedavi uzmanı Prof. Dr. Turgut Göksoy, 1990’lı yılllarda Batı Tıbbı literatürüne giren  Fibromiyalji’yi anlatırken anladım ki meğerse annem yıllardır bu dertten muzdaripmiş. Üstelik bu hastalık daha çok mükemmelliyetçilerde görülürmüş fakat bu ruhsal bağlantı üzerinde henüz bilimsel bir çalışma yokmuş. Annem tam bir mükemmelliyetçiydi.

Yüksek tansiyonun kızgınlığını dışarı yansıtmak yerine bastırmaya alışmış kişilerde daha sık görüldüğü, bu bastırmanın damarlarda gerilime yol açtığı iddia ediliyor. Bu tanım da anneme çok uyuyor. 

Bir süredir hastalıklar ve ruhsal sebepleri konusunda bulabildiğim her kaynağı okuyorum. Sifabulsun’da yazmaya başladığımdan beri ulaştığım bilgilerden, gözlemlerimden hastaların içinde oldukları aile ortamıyla beraber değerlendirilmesi  gerektiğini anladım. Oysa günümüzde, bir doktorun hastanın aile ortamına dikkat etmesini beklemek ne mümkün. Çoğu doktor hastasını doğru düzgün dinlemiyor bile. Hastayı fiziksel olarak muayene eden, göz akına bakan, göğsünü dinleyen, cildini inceleyen, nefesini koklayan kaç hekim kaldı?

Modern tıpta uzmanlaşma o kadar arttı ki neredeyse her organın ayrı bir uzmanlığı var. Oysa vücut, birbiriyle bağlantılı sayılamayacak kadar çok parçadan oluşan koca bir evren. Doktorlar sadece önlerine konmuş olan  tahlil listesini işaretleyip, çıkan sonuçlara göre sizi önceden belirlenmiş bir kategorinin içine koymaya çalışıyor o kadar. Halbuki bu iş için nefes alan bir insana gerek yok, bir robot yeter!

Batıda sistemin dışına çıkmış özgür ruhlu, gelişime açık doktorlar, şu an bizim kocakarı ilaçları diye terk ettiğimiz iksirlerin izini sürüyor.

“Vücudunuz Hayır Diyorsa, Duygusal Stresin Bedelleri” kitabının yazarı Gabor Mate “nedeni bulunamamış hastalıkların kökeninde çocuklukta yaşadığımız travmaların yattığını” söylüyor.

Damla Çeliktaban’ın, Gabor Mate ile yaptığı çocukluk stresi ve hastalıklar arasındaki bağlantıyı anlatan röportajını okumanızı öneririm.

Kısaca Mate’nin yazdıklarından çıkardığım “çocukluğunda gerçek duygularını, anne ve babasından göreceği tepkiden korkarak içine atan biri büyüdüğünde gerçek kimliğinden uzaklaşmış olur ve büyük bir stres taşır. Kendini korumak için geliştirdiği sahte kimlik de hem başkalarını hem kendini olumsuz etkiler. Sonuç olarak vücut, aslında taşımaması gereken bu strese hastalanarak karşı koymaya çalışır”.

Çocukluk travmalarının beynimizi nasıl etkilediğini, tüm hayatımız boyunca aldığımız kararlar üzerindeki etkisini öğrenmek için linkteki makaleyi okuyabilirsiniz. 

Nihan Kaya’nın yazdığı “İyi Aile Yoktur” aslında içsel olarak bir kısmını çözdüğüm ama anlamlandırmakta zorlandığım, aile dinamiğini müthiş bir açıklıkla anlatıyor. 

Ne yazık ki çocukluktan itibaren bize duygularımızı saklamamız öğretiliyor. Duygularını saklamayan çocuklar asi, yaramaz, nankör olarak etiketleniyor. Bu etiketlerden o kadar korkarak büyüyoruz ki bazen son nefesimizi verinceye kadar duygularımızı dillendirmekten kaçınıyor ve aslımıza ihanet ederek başka bir kimlikle ömrümüzü tamamlıyoruz.  

Eğer hastalanmak istemiyorsanız kendinize sorun “ben kimim, gerçek duygularımı ifade etsem ne olur, yanımdakiler gerçek duygularımdan ötürü beni dışlasa ne kaybederim, sevilmek için sakladığım bunca duygunun beni hasta etmesine izin vermeli miyim?”

Çocuklukta yaşanan kızgınlıkların, korkuların, hayal kırıklıklarının etkilerini araştırırken bazı şeyler çok tanıdık geldi bana.  

Bizim bahçede yaşayan üç kedi var; Çamur, Kıtır ve Safiye. Çamur, bahçemizde doğdu. Prensip olarak kedileri eve almıyorduk. İki sene kadar önce bir kere eve girmeye çalıştı. Küçük kızım onu dışarıya çıkarmak isterken istemeden Çamur’u çok korkuttu. Sonrasında eve girmeye hiç yeltenmedi bile. 

İki hafta kadar önce havalar soğuyunca kedileri eve almaya karar verdik. Zaten kızlar yıllardır istiyordu bunu. Hatta bir anda dördüncü bir kedi de eklendi bizim üçlünün yanına; Quattro.

Aramıza daha yeni katılmış olmasına rağmen eve sorgusuz sualsiz giren Quattro. Çünkü daha önce olumsuz bir tepkiyle karşılaşmadı, geçmiş travması yok. Oysa Çamur’u içeri girmeye zor ikna ettik. İlla kapının ya da pencerenin açık olmasını, istediği an dışarı çıkabilmeyi istiyor. Çamur kendisini çok sevdiğimizi bilmesine rağmen bize güvenemiyor. Eşim ile onu iki kere ölümden çevirdik. Tabi bunda muhteşem bir veteriner olan arkadaşım Semra’nın da büyük bir payı var. Günlerce zorla yemek yedirdik, ayağı kırıldığında ve köpeklerin saldırısından sonra kutu içinde eve alıp baktık. Ama doğrular yanlışları telafi etmiyor maalesef. Tıpkı bizim çocukken yaşadıklarımız gibi.

Çamur’un kardeşi Kıtır da eve Quattro kadar sorgusuz olmasa da rahat giriyor, tüm evi tavaf ediyor, bazı akşamlar evde uyuyor.  

Bir de Safiye var, en yaşlıları. En ilginci o. Safiye, bize evimizde bundan önce oturanların emaneti. Koca bir paket mama bırakıp gittikleri için el mahkum bakmaya başlamıştık. Evde baktıklarını söylememişlerdi, ben bahçede bakıyorlar sanmıştım. Gerçi biz beş sene önce, emlakçı ile bahçede oturup konuşurken patisi ile tel kapıyı açtığını görmüş ama evde yaşadığına uyanmamıştım o zaman. 

Meğer evde yaşıyormuş. Biz eve taşınınca bahçede kaldı. Bir iki kere eve girmek istedi almadık. Badireler atlattı, bir şekilde dışarda yaşamayı öğrendi. O, şimdi eve girmeye yeltenmiyor bile. Ama kararlıyız bir şekilde güvenini kazanacağız. 

Unutmadan ne büyük tesadüf, ben doğmadan yıllar önce hayata veda eden anneannemin adı da Safiye.   

Çocukluğunun, bağışıklık sistemin üzerindeki etkisi ilgini çekiyorsa bu haberi  oku.

Modern insan rekabet ettiği için değil paylaşmayı bildiği için bugüne kadar yeryüzünde hayatta kalmayı başardı. Beğen ve paylaş.

 

Bir Cevap Yazın

%d blogcu bunu beğendi: